Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü, Evlilik Yıldönümü derken... Ne kadar da “özel” günlerimiz var, değil mi? Her biri için ayrı bir telaş, ayrı bir hazırlık. Sosyal medyada çiçekli, kalpli, duygusal cümlelerle süslenmiş paylaşımlar, hediye kampanyaları, “unutursan ayıp olur” baskıları… İşte biz de bu girdabın içindeyiz. Sözüm meclisten dışarı, ama yılda bir kez hatırladığımız kıymetlilerimizi 365 gün unutarak çok “modern” ve “sosyetik” oluyoruz ya, en çok da buna gülesim geliyor.
Ben sevdiklerimi 366 gün hatırlayım, onların derdiyle dertleneyim, mutluysa mutlu olayım, üzgünse yanında durayım ve bu yüzden “varoş” sayılacaksam, varsın olayım. Hatta gururla olayım.
Annem hayattayken, herkes hediye alıyor diye hediye aldığım çok olmuştur. Ama bu hediyeler hiçbir zaman sırf Anneler Günü olduğu için alınmadı. O gün geldiği için değil, annemin mutlu olmasını istediğim için, içimden geldiği için aldım. Babam hayattayken de aynı şekilde. Ne günüymüş bu özel günler? İnsan sevdiğini bir takvime mahkûm eder mi?
İşin doğrusu, ben hediye almaktan da anlamam, gün kutlamaktan da. Hatta kutladığım ama çoğu zaman unuttuğum tek gün vardır: kendi doğum günüm. Gerisi mi? Hepsi boş gün. Çünkü benim hayatımda gerçek sevgi, özel günlere sığmaz.
İnsan birini seviyorsa, bunu yılın bir gününe sıkıştırmaz. Çünkü sevgi; sabah kahvesini birlikte içmekte, bir baş ağrısında sessizce yanına oturmakta, yorulunca uzattığı su bardağını tutmakta gizlidir. Sevgi, hatırlamakta değil, hiç unutmamaktadır.
Kabul etmek lazım: Sevgi, reklam kampanyalarıyla değil, sessiz ama derin bir bağlılıkla yaşanır. Kimse kusura bakmasın ama sevgiyi kutlayacak gün aramıyorum ben. Onu yaşadığım her güne katmak istiyorum. Ve eğer bu beni çağdaşlıktan uzaklaştırıyorsa, ben o “modernliğe” pek talip değilim zaten.